Nuri Bilge Ceylan Sineması: Taşranın İzinde

Nuri Bilge Ceylan Sineması: Taşranın İzinde

İlgili konu

Anadolu coğrafyasının insanlarını anlamak çabasına düşmüş uzun, ağır  işleyişe sahip filmler... Olabildiğince az müzik kullanımı, çizgisi ancak hafif hafif sarsılan tempo, durağan sahneler, kusursuz şekilde akmaktansa yer yer birbirinin üzerine binen replikler, etkileyici metaforlar, bütün çelişkileriyle insan... 

Haber: Dilan Yılmaz

Bugüne dek çektiği dokuz filmiyle uluslararası arenada birçok başarıya imza atan Nuri Bilge Ceylan, Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü mezunu. Üniversite yıllarında okulun fotoğrafçılık kulübü olan BÜFOK'a katılıyor, çeşitli doğa ve insan manzaraları üzerinde duruyor. Buradaki eğitimini tamamladıktan sonra Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde iki yıl sinema eğitimi alıyor. Aslında, bir sinemacı olarak çalışmaya başlamasının temeli, fotoğrafçı olmasına dayanıyor. Lise yıllarında başlayan fotoğrafçılık merakı üniversite yıllarında kulübün de etkisiyle profesyonelliğe evriliyor. Üniversite mezuniyetinin ardından birkaç seyahate çıkıyor fakat bu esnada "hayatta ne yapacağı"yla ilgili kararsızlık yaşıyor. En nihayetinde Türkiye'ye dönerek askere gidiyor. Ankara Mamak'ta askerliğini yaparken hayatının geri kalanına sinemayla devam etmesi gerektiğine karar veriyor.

1993 yılı yavaş yavaş sona ererken, Nuri Bilge bütün kararsızlıklarını ve korkularını cebine doldurup yola koyuluyor ve Cannes'da da gösterilen ilk filmini, on yedi dakikalık "Koza"yı çekmeye başlıyor.

Taşra üçlemesi: Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, Uzak 

Koza, "yeniden birlikte yaşamayı deneyen ama başaramayan yaşlı bir çiftin hikâyesi"ni, bilinç akışı tekniğiyle işleyerek on yedi dakika içinde seyirciye aktarıyor. Bu filmde, ünlü Rus yönetmen Andrei Tarkovski'nin etkileri göze çarpıyor. Film Cannes'da kısa film kategorisinde gösterilme başarısına imza atıyor.

Koza'nın ardından Nuri Bilge, uzun metrajlı filmlerini çekmeye başlıyor. Köy - kasaba yaşantısında geçen bu pastoral filmlerde, yönetmenin diğer tüm filmlerinde olduğu gibi bireyin yalnızlığını, yabancılığını, karakterinin iyi ve kötü yönleri içindeki çelişkileriyle olan mücadelelerini izliyoruz.

1997 yapımı "Kasaba", başta Berlin Fim Festivali olmak üzere dünyada pek çok festivalde gösteriliyor. Mevsim kış, mekan taşra; iki kardeş, aile büyüklerinin çeşitli hikâyelerini ve anılarını dinliyor. Aile büyüklerinden kuzen Saffet hiçlik içinde savrulmaktadır, her şeyi ve her türlü çabayı boş ve anlamsız görmektedir; nihilizmi temsil eder. 1999 yapımı "Mayıs Sıkıntısı"nda ise aylardan Mayıs'tır. Bir film çekmek isteyen Muzaffer, doğduğu kasabaya geri döner ve hikâye böylece başlar.

Mayıs Sıkıntısı dünyada önemli başarılara imza atıyor ve onun ardından 2002 yapımı "Uzak" geliyor. Köyden İstanbul'a çalışmak için gelen Yusuf, fotoğrafçı akrabası Mahmut'un yanına yerleşir. Mahmut, Yusuf'un gelişinden hoşnut değildir. Birlikte yaşadıkları süre uzadıkça aralarındaki çatışmalar artar. Uzak, yalnızlığa ve bireysel yabancılaşmaya ustalıkla değiniyor. Film, Cannes'da "Büyük Jüri Ödülü"nü (Grand Prix) kazanıyor.

Nuri Bilge'nin bu ilk dört filminde dikkati çeken bir diğer önemli özellik ise bir nevi aile yapımı olmalarıdır. Senaryo, görüntü yönetmenliği, ses, yapım, kurgu ve yönetmenlik gibi işlerin hepsini Nuri Bilge üstlenir. Ünlü oyuncular yoktur; dar birer kadroya sahip filmlerde genellikle yönetmenin annesi, babası, yeğeni oyuncu olarak yer alır.

Yeğeni Mehmet Emin Toprak, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü kazandığı Antalya Film Festivali'nden dönerken geçirdiği trafik kazası sonucunda hayatını kaybeder.

"İnsanları ve onların küçük hesaplarını anlamıyor; ruhuma yabancı ve boğucu buluyorum..." -Kasaba, 1997

İki yalnız ruh: İklimler; yalanlarla dağılan bir aile: Üç Maymun

Taşra üçlemesi olarak adlandırılan bu filmlerden sonra çekilen, dördüncü uzun metrajlı filmi "İklimler"de Nuri Bilge'yi bu sefer kamera önünde de görürüz. Fotoğrafçı, aynı zamanda eşi olan Ebru Ceylan'la başrolü paylaşırlar. Film, "ruhlarının sürekli değişen iklimlerinde artık kendilerine ait olmayan bir mutluluğun peşinde sürüklenen iki yalnız ruh" olan İsa ve Bahar'ın hayatlarından bir kesit sunar bizlere. İklimler, Nuri Bilge'nin görüntü yönetmenliğini kendisinin yapmadığı filmi olmasıyla da ilktir. Burada görüntü yönetmenliğini Gökhan Tiryaki devralır ve yönetmenin daha sonra çekilen bütün filmlerinde de aynı görevi üstlenmeye devam eder.

2006 yapımı İklimler'den sonra 2008'de "Üç Maymun" gelir. Başrollerini Hatice Aslan, Yavuz Bingöl ve Ercan Kesal'ın paylaştığı filmde Nuri Bilge'nin artık tanınmış yüzlerle çalışmaya başladığını görürüz. Üç kişilik bir aile, küçük zaafların doğurduğu yalanlara rağmen bir arada kalmak için çabalar. Film izleyicilerine şu soruyu sorar: "Altından kalkamayacağı acılara ya da sorumluluklara maruz kalmamak adına gerçeği bilmek istememek, onu görmemek, duymamak, hakkında konuşmamak ya da günümüz tabiriyle 'Üç Maymun'u oynamak, onun varolduğu gerçeğini ortadan kaldırır mı?" Senaryo yazımında Ebru Ceylan'la birlikte Ercan Kesal da yer alır ve bundan sonraki film "Bir Zamanlar Anadolu'da"da da senaryoyu üçü beraber kaleme alır.

Bir cinayet, bir soruşturma, intihar ve kavunlar: Bir Zamanlar Anadolu'da

"Ya doktor, insan bir başkasını cezalandırmak için hakikaten kendini öldürebilir mi? Olabilir mi böyle bir şey?" -Bir Zamanlar Anadolu'da, 2011

Nuri Bilge'nin yedinci filmi Bir Zamanlar Anadolu'da'da başrolleri Yılmaz Erdoğan, Taner Birsel ve Muhammet Uzuner paylaşıyor. Doktor Cemal, Savcı Nusret ve Komiser Naci, Kırıkkale'de işlenmiş bir cinayet soruşturması kapsamında gece boyu tarlalarda kilometrelerce yol kat ederler. Zanlı Kenan onları bir türlü cesedin gömülü olduğu doğru yere götürmemektedir. Gece ilerledikçe ve ceset bulunamadıkça Komiser Naci sinirlenir, Doktor Cemal sakin ve munis tavrını korumaktadır, Savcı Nusret hep ortamdaki otorite figürüdür, şoförler ise kendi çıkarlarının peşinde olan ve olayla pek fazla ilgilenmeyen tiplerdir. Karakter çelişkileri burada net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Örneğin film boyunca gördüğümüz en insani ve yardımsever karakter olan Doktor, otopsi sahnesinde cesedin akciğerlerinde bulunan toz toprağı göz ardı eder ve soruşturmanın seyrini değiştirecek olan bu durumu rapora yazdırtmaz. Bunu neden yaptığını bilmeyiz, yalnızca karakteri çelişkisi içinde seyrederiz. Cesedin bulunduğu ve arabaya konulmak üzere uğraşıldığı sahnede, şoför Arap Ali'nin bagajında tarladan toplanmış olan kavunları görürüz. Cinayet soruşturması içinde Arap Ali'nin kavun toplaması, umursamazlığı ve çıkarcılığı sembolize eder. Aslında, belki de filmdeki insancıl yönü en ağır basan karakter denebilecek Komiser Naci'nin ise hasta bir oğlu vardır. Naci kadercidir; filmin bir yerinde şöyle söyler: "Ama hanım duruyor duruyor aynı şeyi soruyor. Allah bizi niye seçti diyor. Niye biz diyor. Diyorum yav isyankâr mı olacaksın, böyle soru sorulur mu hanım. Günaha girmektir bu yani, bunu sorgulamazsın. Her şeyin bir sebebi vardır. Bitti. Yazıldıysa bitti."

Otuz iki yıl sonra Altın Palmiye bir kez daha Türkiye'de: Kış Uykusu

Yılmaz Güney'in ünlü "Yol" filmi, 1982'de Türkiye'de ilk kez Cannes Film Festivali'ndeki büyük ödül olan Altın Palmiye'yi kazanmıştı. Bundan tam otuz iki yıl sonra, 2014'te, Nuri Bilge Ceylan "Kış Uykusu"yla Altın Palmiye'yi kazandı.

"Karşımızdakini olduğu gibi görmeyip onu tanrılaştırmak; sonra da sanki böyle bir tanrı olabilirmiş de olmuyormuş diye ona kızmak. Bana biraz haksızlık etmiyor musun?" -Kış Uykusu, 2014

Dünyada ve Türkiye'de büyük ses getiren Kış Uykusu'nun başrollerini Haluk Bilginer, Melisa Sözen ve Demet Akbağ paylaşıyor. Film, tiyatroculuğu bıraktıktan sonra Kapadokya'da küçük bir oteli işleten Aydın'ı, aralarında belki de kapatılamayacak bir uzaklık ve soğukluk bulunan genç eşi Nihal'i, sürekli küçümseyici bir tavırla konuşan ve şikâyet eden Aydın'ın ablası Necla'nın hayatlarını, entelektüellik ve "aydın birey olmak" ekseninde sorgular. Aydın, Necla ve Nihal üst sınıfı temsil eder. Bunun yanı sıra filmde alt sınıfı temsil eden İsmail, Hidayet, Hamdi gibi karakterler de vardır. Gruplar arasındaki önyargılar, ayrıca gruplar içindeki önyargılar, çeşitli çatışmaları ve hayalkırıklarını doğurur. Filmde izleyicinin karşısına sürekli sarhoş ve kavgacı olarak çıkan İsmail'in, en başlarda her ne kadar itici ve gerçek hayat düşünülünce tahammülü zor bir karakter gibi görünse de, filmin sonuna gelindiğinde aslında en gururlu ve saydam, kendisi olmayı belki istemeden de olsa en çok başarabilmiş kişi olduğu dikkati çeker.

İnsan ilişkileri nasıl gelişir, entelektüel nedir, kime denir, insan toplumda kendisi olarak nereye kadar var olabilir sorularını çok gerçekçi bir bakışla sorguluyor Kış Uykusu.

Babalar ve oğulları: Ahlat Ağacı

Nuri Bilge Ceylan'ın 2018 yapımı son filmi "Ahlat Ağacı", baba-oğul ilişkilerini inceleyen belki de en çarpıcı filmlerden bir tanesi. Bu film, aslında biraz da yönetmenin daha önceki filmleriyle ilgili aldığı eleştirilerden yola çıkarak içinde mizah ve müzik barındırıyor. Nuri Bilge Ceylan, Ahlat Ağacı'yla ilgili verdiği bir röportajda, filmlerde kullanılan müziğin izleyicinin duygularına dışarıdan yapılan bir müdahale olduğunu ve bu sebeple kullanmayı tercih etmediğini, dolayısıyla filmde yine duyguları fazla etkilemeyecek şekilde, ancak uzun yürüme sahnelerinde olmak üzere müzik eklediğini söylüyor. Fakat bütün bunlar eklenirken Ahlat Ağacı yine de tam bir Nuri Bilge filmi olmaktan kurtulamıyor; içerikteki mizahi diyaloglar alışkın olduğumuz Nuri Bilge sinemasına göre bizi şaşırtıyor ve güldürüyor; müzik kullanımı ise izleyicinin duygularına müdahale etmeyecek şekilde, uzun yürüme sahnelerindeki hafif klasik müziklerden oluşuyor. Bu da üç saat süren ve hemen hemen sabit bir tempoda ilerleyen filmin izlenilebilirliğini arttırıyor.

Film, yazdığı kitabı bastırabilmek için doğduğu kasabaya geri dönen, burada babasının borçlarıyla karşılaşan, sürekli çatışma hâlinde olduğu babasından kaçmaya çalışırken kendini onda ve onunla bulan Sinan'ın hikâyesini konu ediniyor. Babalar ve oğullar, kesişen kaderler...

"Sürekli birtakım grupların, ideolojilerin içinde bir sürüyle birlikte korunaklı bir şekilde yaşamanın insan özgürlüğüyle bağdaşmadığını düşünüyorum belki. Bilemiyorum. Bünyemde bu tarz bir varoluşu kararlılıkla reddeden ne olduğunu tam olarak bilmediğim bir şey var. Belki de Çehov ve Sait Faik’i bu kadar seviyor olmamın nedeni, onlarda da sanki benzer bir ruh hâli olduğunu hissediyor oluşum bile olabilir." -Nuri Bilge Ceylan, Hürriyet Kelebek Röportajı, 2014